Mülkiyet hakkı mı? Eğitim hakkı mı?

Salim Doğan CESUR
7 min readOct 22, 2023

Öncelikle selamlar herkese. 6 Şubatta başımıza gelen korkunç deprem felaketinde hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına sabır dileyerek söze başlamak istiyorum. Gerçekleşen deprem felaketi ile ilgili bir çok kişiden deprem ile ilgili her türlü yorumu okuyup, dinliyoruz. Fakat başımıza gelen bu felaketin sonrasında alınan bir karar(lar) için bir şeyler karalamak istedim. Buradaki konu deprem sonrasında neredeyse tüm eğitim kurumlarımızın coronadaki gibi uzaktan eğitime geçişinin kararı hakkında.

Başlığı atarken aklıma Adnan Menderesin CHP’nin toprak reformu için slogan haline getirdiği “Mülkiyet hakkı kutsaldır” çıkışı aklıma geldi. Mülkiyet hakkı kutsal son derece. Ancak eğitim hakkı onun yanında ne kadar kutsal biraz da o konulara girersek iyi olur diye düşündüm. O yüzden kendi deneyimlediğim hikayelerden yola çıkıp bazı çıkarımlar yaparak sürekli aksayan eğitim çarkına bazı yorumlarda birleştirmek istedim. Yavaştan hikayelere başlayalım.

İlk hikayemiz farklı eğitim tornalarından geçmiş iki arkadaşın hikayesi olcak. KTÜ zamanındayken tanıştığım bir arkadaşım var, ismi Engin. O sıralar ikimizde Trabzondan Ankara’ya dönme konusunda bir birimizi fiş fikliyorduk, lakin öyle de oldu. O burslu(sanırım %50) olarak TOBB’a girerken bende Ankara Üniversitesine yatay geçiş yapmıştım. O gitarla, bende bağlama da çaldığımız parçaları bir birimize yollar, hatun meselelerimizden konuşurduk. Profösyonel bir satranç oyuncusu olduğunda da buluştuğumuzda bana satranç öğretir, önemli taktikler verirdi. Benim gözümde konuşması ve tavırları ile donanımlı biriydi. İkimizin de babaları memur ve tek çocuğuz bu arada. Hemen hemen aynı sosyo-ekonomik çevreden çıkıp büyümüşlük var yani. Bu arkadaşlığı bu kadar anlatmamın sebebi hemen hemen aynı imkanlara sahip, aynı yeteneklere sahip insanlar şeklinde dışardan göründüğümüzü belirtmek. (Fakat durum aslında çok başka).

Neyse zaman geçtikçe okullarımıza iyice adapte olmaya başlamıştık ve öğrencilik kaftanı altında geziyorduk. Buluşmalarımız esnasında okullarımızı iyice çekiştirmeye çoktan başlamıştık bile. Haliyle blok dersler sınav haftaları vs. derken okulun yoğunluğu üzerine muhabbetler de dönüyordu. Bu arada bilen bilir TOBB’da 2 dönem değil 3 dönem yapılır yıllık dersler. Yani TOBB öğrencilerinin ara dönemler vs. derken tatilleri 60 günü bulmaz. O derece yoğun bir ders programı vardır.

Engin, bir gün buluşmamızda bana “Kanka dersim boştu da ona girdim.” gibi acayip bir oksimoron cümle sarf etti. Direkt olarak sorgulamaya başladım haliyle. Bir gün bir dersin hocası sanırım bir seminer dolasıyla derse giremeyeceğinden, anlatacağı dersi video kaydına alarak beyaz tahta üzerinde anlatmış. Video kaydını öğrencilerine iletmiş, derste açın dersi bu şekilde yapcaz diye de eklemiş. Tabi ben biraz şaşırdım ve direkt olarak “yine de derse gelen oldu mu?” diye sormaya başladım. “Tabi gircez kanka o kadar para bayılıyoruz” şeklinde mantıklı gelen bir cevap verdi. O dönem TOBB’daki bayılan parayı şu şekilde açıklayım size, yalnızca bir miktar bursa sahip arkadaşım bursunu tam bursluya çevirdi. Babası da yıllık ödemesi gereken okul parasına biraz daha ekleme yaparak sıfır araç almış(Skoda Fabia), DÜŞÜNÜN.

Neyse derse girme mevzusuna dönüş yapalım tekrardan. Ne olursa olsun hocalarının dersi aksatmadan sanki kendisi derste varmış gibi video kaydı ile ders yapması ve öğrencilerinde sınıfta hocası varmış gibi bulunması ilginç gelmişti. Benim okuduğum yerde ise hoca böyle bir girişimde bulunduğunda derste çıt çıkarmadan dinlemeyi bırak, herkes kendi arasında ders kaydını paylaşır sonra izleriz diyerekten derse girmezdi. Zaten dersin boş olduğunda o dersin yapılmayacağı sebebiyle sevinçle karşılayan sayısı son derece yüksekti. Arkadaşa bu durumu buna benzer bir şekilde anlattığımda kendisi “bizde boş ders sıfıra yakın olur, dersler zamanı zamanına yapılır aksamaz” şekilde bir cevap almıştım.

Bu arada buradaki asıl konu derslerin bir şekilde yapılması da değil zaten. Öğrencilerin okullarındaki faaliyetlerini/eğitimlerini hiç bir şekilde aksatmaması.

Peki günün sonunda yani mezuniyete yakın ne oldu diye soracak olursanız, tahmin edildiği gibi bir TOBB öğrencisi kalbur üstü bir kurumun iş teklifini rahatça alabilir hale geldi. İlerleyen zamanlarda Engin ile konuştuğumda TürkTraktör’ün daha mezun olmadan kendilerine teklif gösterdiğini öğrendim. Okulundaki öğrencilerin bazılarının zoraki bir şekilde girdiğini, öğrenciler tarafından pek tercih edilen bir kurum da olmadığını öğrendim.

Şahsen ben öyle aşırı staj yeri bir öğrenci değildim ama benim okuduğum yerde TürkTraktör’den teklif gelmesini bırak, öğrenciler staj için bile ayrı bir strese girerdi.

Mezun olmaya yakın anladım ki önemli firmaların özellikle bazı üniversitelerdeki öğrencileri tercih edilmesinin sebebinin altında en temelinde tek bir neden var. Orada okuyan öğrencinin belli bir disipline sahip olarak görev ve sorumlulukları doğrultusunda eğitimini önemseyerek aksatmamasıydı. Yanlış anlaşılma olmasın kalbur üstü olarak nitelendirilen bir firma benim üniversiteme de gelip mezun olmadan çalışan alabilir. Fakat benim okuduğum bölümden almış olsa ciddi şekilde zar atmış olur. Derslerine ciddi şekilde girmiş eğitimini neredeyse eksiksiz almış bir öğrenciye gitmeleri haliyle çok doğal.

  • “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!” Doğrusu ancak akıl iz‘an sahipleri bunu anlar.(Zümer Suresi — 8–9 . Ayet Tefsiri)

Eğitimin aksatılmamasına yönelik cepteki ilk hikayemiz bu olsun.

İkinci hikaye olarak lise dönemime gitmekte fayda var. Üniversiteye kadar her Türk gencinin(devlet okulunda okuyan) karşısına çıkan ve velisini darlayan bir durum vardır. Okul aile birliğinin öğrenciden dolaylı olarak da veliden istediği dönemlik yardım parası. Yine burada da mevzumuz para olcak yine haliyle.

Lise dönemlerinden iyi hatırladığım şeylerden biri de; o dönem insanların deli gibi ev sahibi olduğu dönemdir. Bu arada buna bizde dahiliz, yanlış olmasın. Mortgage sisteminin Türkiye’ye iyice entegre olması ve bankaların düşük faiz politikaları ile insanlar kira öder gibi ev sahibi olmaya çalışıyordu. Diğer iyi hatırladığım şeylerden biri ise devlet okulundaki eğitimin yetersiz görülüp, velilerin çocuklarını geciktirmeden dershaneye yollamalarıydı. Ebeveynler yavrularını ve kendi geleceklerini daha iyi tayin edebilmek adına aslında önemli derecede para harcıyorlardı. Daha doğrusu kendince bir yatırım yapıyorlardı.

Lakin çocuğunun okuyup eğitim aldığı ve yılda ortalama en az 180 gününü geçirdiği bir kuruma cüzi miktarda bir yatırım hep çok görüldü.

Burada yine bir anıyla konuyu açmak istiyorum. Lisedeyken “Çakmak Dayı” olarak hitap ettiğimiz bir hadememiz vardı. Yaşlı sayılabilecek, öğrencilerle iyi geçinen şen şakrak bir dayımızdı. Adeta bizim gözümüzde okulun maskotu gibiydi. 10. sınıfta bir rehberlik dersinde sınıf hocamız(Gülsüm Gündüz) okulumuzun maddi yardıma ihtiyacı olduğunu, dışarıdan sigortalı personel çalıştırdıklarını ve böyle giderse Çakmak Dayının okuldan çıkarılacağını açıklamıştı. İlk dönem için 20 lira, gerekirse iki dönem birden vermek isteyen için de 40 liralık bir desteğin duyurusunu yapmıştı. Birazcık yaşlı bir adamın işinden olmamasını vicdan yaparak birazda oyun bozanlık yapmamak adına bizimkilerden(anne ve babamdan) para istemiştim. Sağolsunlar durumu anlatınca 40 lirayı tek seferde koparabilmiştim. Ancak durum istenilen gibi olmadı ve Çakmak Dayı yalnızca tek dönem okulumuzda kalabildi. Rehberlik hocamızın dediğine göre yardımın okul genelindeki katılımının çok düşük olduğunu, ikinci dönem mecburen çıkarıldığını öğrendik. Bu da bize her hafta tuvaletlerindeki lağımın patlaması, okulun eskisi gibi temiz olmaması gibi durumlara sebep oldu maalesef.

Burada bir düzeltme daha yapmak isterim. Okul aile birliği için istenen yardım tamamiyle imkanı olan velilere yönelik açıklamalar yapılarak istenmişti. Dönemlik 20 liranın önemli para olduğu veliler bu yardımdan hariç tutularak talep edilmişti. Lakin o dönem çoğunlukla ebeveynler hemen hemen 2 yıl boyunca ciddi miktarda ödemeler yaparak(yılda ortalama 1k-5k TL), zorla da olsa dershaneye göndermekten geri kalmıyordu. Fakat anayasal olarak eğitim haklarında tanımlanmış ücretsiz olarak sunulan bir eğitim kurumuna destek pek olunmamıştı. Mortgage’da olduğu gibi anne-babalar yine bir başka binayı doğru yatırım aracı olarak görmüşlerdi. Kısacası eğitim sorununu daha pahalı bir şekilde başka bir binaya yatırım yaparak çözmeye çalışma yapma zamanları işte.

Bu ikinci hikayemizde cebimizde dursun.

Bu bağış durumu ile ilgili tam tersi yönde başka bir duruma yönelik olayı belirtmemde de fayda var. Bu sefer geçen olay ortaokul zamanlarından. Hadiseyi anlatmadan önce kısa bir bilgi vermem gerek. Peder Bey MEB’de memur olduğundan okullardaki müdür, öğretmen gibi kişileri yakından tanır. Neyse olaya dönüş yapalım. Benim ortaokuldaki dönemim kameralı telefonların hypelandığı döneme denk gelir tam olarak. Güç bela da olsa kameralı bir telefon(Nokia 6230i) aldırabilmiştim peder beye.

Bir gün okul müdüresi elimdeki telefonu sınıfta gördüğünde dersteki öğretmene “babasını tanıyorum okul aile birliği için para istediğimde elini cebine atmadı. oğluna kameralı telefon almış” gibi bir şey söyledi. Neyse diyerek olayı geçiştirdim. Durumu babama sordum “neden okula maddi destek sağlanmıyor? okulun çok mu paraya ihtiyacı oluyor?” şeklinde de ekledim. Peder Bey’in verdiği cevap ise okuduğum okuldaki müdürenin sağlam ayakkabı olmadığını, yapılan maddi yardımın sadece okula etkisinin olmayacağı yönündeydi. Okulda biraz zaman geçtikte ve müdüre de okulda kalınca gördük ki; kendisinin her sene son model mercedes’i değişiyordu. Eğitimciyim diye geçinen birinin son model mercedes’e binmesi ;)

Burada anlatmaya çalıştığım üçüncü hikayedeki asıl mevzu ise eğitim kurumlarındaki denetlenmeyen ve hassas olmayan iyileştirme yapıları. Farkedilirse ikinci hikaye ile arasında belli bir korelasyon mevcut. Eğitim kurumlarına karşı(devlet) güvensiz bir ebeveyn kitlesi, buna karşı ise sürekli imece tarzı faaliyetler ile çözümlenemeyen okul yönetimi.

Anlattığım olayların ortak noktası toplumca eğitim hakkına çıkamadığımız durumlar ile ilgili. Okullarının kapanması sonucu oluşan çıkarımlarına gelirsek eğer;

Buradaki yaşanan olaylarda eğitimin ne kadar önceliklendirdiğimiz ile ilgili bir payda var aslında. Eğitim şart yada her şey eğitim ile başlar tabirlerini çok kullanırız. Ancak zamanında ev almak, dershane binalarına çocukları göndermek daha cazip bir yatırım modeli görüldü. Pek fark edilmese de bina takıntımız yüzünden asıl önemli olan eğitim yatırımını bile binaya entegre etmekten geri durmadık. Bugün ise binalar bir felakette acısı geçmeyecek hatıralar bıraktı. Sebebi ise en kritik temel hakkımız olan eğitim hakkımızı devrederek materyalist güdülerimize teslim etmek oldu. Bu güdülerimizin sonunda tuz buz olan yapılar bize gösterdi ki eğitim dışında bizi ayakta tutacak başka bir şey yok. Asıl sahip olmamız gereken şeyi elde etseydik bugün bu ağır travmaları yaşamazdık.

Diğer mevzu ise malesef eğitim hakkından çok çabuk vazgeçtik. Araba alamadığımız için kopardığımız yaygarayı iyi eğitim almak için koparamadık açıkcası. Şimdide sahip çıkamadığımız özlük hakkımız yavaş yavaş bizden koparılmaya çalışılıyor fakat bazı şeyleri zamanında önemsemediğimiz için yapacak çok bir şeyimizde kalmıyor. Çünkü haklarına sahip çıkamayan bir kitle günün sonunda özgürlük sınırlarını da kendi belirleyemez duruma düşüyor.

Herkese sorsak eğitim bu kadar göz ardı edilecek bir husus değil deriz. Ancak kötü aksayan bir eğitim çarkına da denk gelince de çok da ses çıkarmıyoruz. İşin açıkçası son model iPhone alamamak yada sıfır araç alamamak kadar da yaygara kopmuyor bu konuda. Genel olarak havada kalan standart tabir oluyor eğitimin sisteminin yetersizliği.

Mahmut Hoca’nın da dediği gibi okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir. Orada bazı şeyler de yoksa sadece bir taş yığını kalıyor. O taş yığınları günün sonunda kanayan yaramız eğitime başka yaralarda açıyor.

Vaktinizi ayırıp okuduğunuz için teşekkürler.

--

--

Salim Doğan CESUR

Someone related to their computers. Sometimes it is very irrelevant.